Bir Sinema Marjinali ya da Unutulmuş Bir Yönetmen: Muharrem Gürses
Agâh Özgüç - Makaleler 7.09.2016

Yalnızca gişe rekorları kırıp halka inme başarısını gösteren Gürses’i 30 yıl sonra yeniden keşfetmiyoruz. Amacımız bir dönem “iş filmleri yönetmeni” olarak ün yapan ve de bir çok yönetmeni etkileyip bir “Gürses okulu” oluşturan Muharrem Gürses’i, bu unutulmuş sinema marjinalini yıllar sonra hatırlatmaktır yalnızca.
Antrakt, 1992, sayı 17
Türk sinema tarihinin “unutulmayan” değil, unutulmuş yönetmenlerinden biridir Muharrem Gürses. Halit Refiğ'e göre de “Bilinmeyen Muharrem Gürses”...
Ne kadar unutulsa da, ne kadar dışlansa da Türk sinemasının tarihsel serüveni içinde önemli bir işlevi vardır. İyi ya da kötü, Gürses bu serüvende “köprü” özellikleri taşıyan bir yönetmendir. Ve Gürses’le ilk ciddi bilgiyi Türk Sinema Tarihi adlı kitabında[1] Nijat Özön vermiş, Halit Refiğ de “Bilinmeyen Muharrem Gürses” başlığıyla en kapsamlı yazıyı yazmıştır.[2]
Halit Refiğ’ın eleştirmenlik yaptığı dönemde yazdığı bu araştırma Muharrem Gürses’in üzerinde dikkatle durulması gerektiğini vurguluyordu. Ve bir yıl sonra Halit Refiğ'le yaptığım söyleşi sırasında konu Gürses’e geldiğinde şu yanıtı vermişti: “Kendine mahsus bir çalışma sistemi, gene kendine mahsus bir anlatım yolu olan Muharrem Gürses, vasat bir sinema meraklısını pek ilgilendirmeyebilir. Fakat Türk seyircisinin zevkini en iyi bilen rejisörlerden biri olarak tanınması, eserlerinde hayret verici bir karakter bütünlüğü olması, sanat sosyolojisi ve sanat psikolojisi ile ilgilenenlerin bu sinemacıyı daha yakından inceleyip, tanımalarını gerektirmektedir. Hiç şüphesiz Muharrem Gürses’in ne teknik ne de estetik yönden en iyi rejisörümüz olduğunu iddia etmiyorum. Fakat rejisörlerimiz içinde “Üç Arkadaş” sonrası Memduh Ün ile, eserlerinde en çok karakter bütünlüğü gösteren bir sinemacımızdır.”[3]
İşte Halit Refiğ'le yaptığım söyleşiden ve verdiği yanıttan bu yana tam 30 yıl, geçti. Ve Muharrem Gürses, bu süre içinde durmadan dinlenmeden çalıştı, filmler çekti... 1950’li yılların en çok iş yapan filmlerini çeken ve bu nedenle de isminden sık söz edilmesine karşılık, bir sinemacı olarak üzerinde gerektiği gibi durulmayan Gürses, bugün 78 yaşında Bostancı’daki evinde sessiz sedasız yaşıyor. Ve elbette ki tüm sinema yaşamı boyunca yarıda kalabilecek bir filmi olmayan, yalnızca gişe rekorları kırıp halka inme başarısını gösteren Gürses’i 30 yıl sonra yeniden keşfetmiyoruz. Amacımız bir dönemde “iş filmleri yönetmeni” olarak ün yapan ve de bir çok yönetmeni etkileyip bir “Gürses okulu” oluşturan Muharrem Gürses’i, bu unutulmuş sinema marjinalini yıllar sonra hatırlatmaktır yalnızca.
Karagözlü Günler
Doğumunun ertesi günü, yani 1914 yıllarında tüm hızıyla sürüp giden I. Dünya Savaşı'nda cephede düşmanla çarpışan babasını, üç ay sonra da annesini yitiren Muharrem Gürses’in sanatla olan ilişkisi beyazperdeyle tanışması çocukluğunda, başlar. “Karagözlü günler” sinema yaşamının ilk anılarıdır... Amasya’da Şirvanlı Mehmet Efendi adıyla anılan Müderris dedesinin büyüttüğü Gürses, yayınlanmamış anılarında o günlerden şöyle söz eder. “Mahalledeki arkadaşlarımı toplayıp, yatak çarşaflarını gererek, benim küçük damda gizlice Karagöz oynatmaya bayılıyordum. Ne zaman ki, uydur kaydır mukavvadan yaptığım Karagöz’le Hacivat hayallerini perdeye yansıtan, arkalarındaki balmumları yatak çarşafını tutuşturunca, o gün evde kızılca kıyamet koptu. Karagözcülük tutkum da kursağımda kaldı. Çünkü az kalsın evi yakıyordum...”
Dedesi Şirvanlı Mehmet Efendi’nin isyanıyla sona eren Karagöz tutkusunun ardından, bu kez de tiyatroculuğa merak sarar Muharrem Gürses. Ve tiyatroya olan sevgisini, bu yönde nasıl etkilendiğini yine yayınlanmamış anılarından öğreniyoruz; “O günlerde şehrimize önce Hafız İhsan Kumpanyası geldi, ardından Topal Atıf’ın Melodram Tiyatrosu temsiller vermeye başladı. Topal Atıf’ın Amasya halkına ağlata ağlata seyrettirdiği “Ebul’ula’nın Esrarengiz Katli” ve “Müthiş İntikam” gibi hagaragort melodramlarının taklidini, bu sefer de Nalbant Hasan’ın köye gittiği günler, onun evinde, kafamıza uygun, tiyatro tutkunu arkadaşlarla, sahnemsi köşeler tertipleyip oynamaya çalışıyorduk.”
Anılarından da anlaşıldığı gibi Topal Atıf’ın etkisi, sinema yaşamında tüm ağırlığıyla etkisini gösterecek, Muharrem Gürses’in “melodram sineması tarihi” içinde özel bir yeri olacaktı. “Beni ciğerimden saran Topal Atıf’ın, seyircisini zırıl zırıl ağlatan melodramları oldu. Deli oluyordum onu seyrederken, göğsümü döve döve ağlıyor, “Ah ben de onun gibi şu milleti bir ağlatabilsem”, diyordum. Sürekli onun taklidini yapıyor, bazı kelimelere fazla basarak “Zalim kadın, yavrumu katlettin... Dünya ve ahirette bu senin hunharca işlediğin cinayetini cenab-ı mevlam affa mağferete asla erdiremez. Geber ey mel’une...” diyerek tıpkı bir tiyatro sahnesindeymişim gibi kendi kendime konuşuyordum.”
İşte anılarındaki bu satırlar Muharrem Gürses sinemasının bu konudaki ilk ipuçlarıydı. Ve gerçekten de yıllar sonra tıpkı Topal Atıf gibi, yönettiği filmlerde seyirciyi gözyaşlarına boğacak, mendil parçalatan filmlerle Türk sinemasında yeni bir dönem açacaktı. Bu dönem bir “Gürses okulu’nun başlangıcı sayılırdı. Halkın beğenisini çok iyi hesaplayıp zaaflarını da çok iyi bilen, kullanan Gürses’den önce bu çizgide bir yönetmen yok muydu? Gürses’den önceki bu yönetmen, Mısır sinemasının kurulmasında katkıları olan Vedat Örfi Bengü’ydü. Bengü de ağdalı melodram sinemasının ve alt kültürün sinemadaki ilk temsilcilerinden, uygulayıcılarından biriydi. Gürses de, bu izin sürücülerinden biri sayılabilirdi. Ancak, farklı özelliklcri ve halkı etkileme sürekliliği Muharrem Gürses’i ortak yanları olmasına karşılık Bengü’den ayıracaktı.
Hem Oyuncu Hem Yönetmen
Samsun’da uzun bir süre köy öğretmenliği yaptıktan sonra İstanbul’a dönen Muharrem Gürses’in yaşamı birden değişir. Onu özlemlerine kavuşturan Darül-bedayi’nin (Şehir Tiyatrosu) Tepebaşı’ndaki (şimdi yerinde kat otoparkı var) binasının reklam panosundaki ilanıdır: “Hazırlamakta olduğumuz operetler için amatör gençler aranıyor. Uygun görülenlerin muvakkat kadroda çalıştırılacağı ilan olunur.”
Dönemin ünlü aktörü Hazım Körmükçü’nün yardımları sayesinde sahneye çıkar. Oynayacağı tipleme, Musahipzade Celal Bey’in “Kafes Arkası” adını taşıyan piyesindeki Ermeni Sülükçü rolüdür. Genç Gürses’in acemilik, yani “çaylaklık dönemi” Hüseyin Kemal, İ.Galip Arcan, Talat Artamel, Mahmud Morali ve Nazım Hikmet gibi ustaların yanında geçer. Ve dikkatini çektiği dönemin ünlü kalemlerinden Nurullah Ataç, bir eleştirisinde şunları yazar: “Nazım Hikmet’in ‘Ölü Evi’ piyesindeki ıskatçı gibi küçücük bir rolde Muharrem Gürses, tek kelime diyaloğu ve avantaj imkanı olmadığı halde, sahifelerle diyaloğu olan sanatçılar ayarında. Bir ıskatçıya tıpatıp uyan mürailiği, çıkarcılık çizgilerini öyle ustaca canlandırmıştı ki, parlak bir gelecek vaadeden bu amatör genci kutlarım.” Bu yazıdan sonra Muhsin Ertuğrul, Muherrem Gürses’i odasına çağırtmış ve şunları söylemiş: “Hayret içindeyim. Nurullah Ataç gibi üstün bir kalem sahibinin bu yazıyı yazabilmesi için hangi akrabanı ya da hangi tanıdığını devreye soktun? Olmadan olmuş gibi davranarak benim tiyatromda ün yapmaya çalışanlarla asla dost olamam...” “Yanılıyorsunuz üstat'’ dememe fırsat kalmadan ‘Doğruyu yanlışı senden mi öğreneceğim efendi. Git hadi, yalnız bu odadan değil, tiyatromdan da çık git’ diyerek o gece beni kovmuştu Muhsin Bey.”
Muharrem Gürses, bir tiyatro oyuncusu olarak ilk kez övgü dolu bir yazıyla ve de Nurullah Ataç gibi bir kalem tarafından takdir edilmesi, bir anlamda ödüllendirilmesi elbette küçümsenmeyecek bir olaydır. Gürses, bir yandan tiyatro oyunculuğunu, Millet Tiyatrosu, Şafak Tiyatrosu gihi topluluklarda sürdürürken bir yandan da harıl harıl roman yazmaktaydı. O yıllarda günlük gazetelerde tefrika romanları salgın haldedir. “Arkası yarın”lı tefrika türü romanların moda olduğu bu dönemde çalakalem yazdığı romanlardan biridir “Kara Efe”. İkinci adı da “Zeynebin Gözyaşları” olan “Kara Efe”yle daha sonra ilk yönetmenlik denemesini gerçekleştirecektir.
1951 yılında çekimine başlayıp bir yıl sonra de gösterime giren “Kara Efe”de başrolleri Ali Üstüntaş ve Cihan Işık’la birlikte paylaşır. Filmin konusu, çocukluk yılları birlikte geçen yiğit bir efeyle köylü kızı Zeynep’in aşk öyküsü üzerine kurulmuştur. Öykü “tefrika roman” türünün tüm beylik klişe motiflerini içerdiği gibi, tipik yerli film anlayışının tüm özelliklerini de birlikte taşır. Örneğin Zeynep’le (Cihan Işık), Şahin Efe (Ali Üstüntaş) çocukluklarından beri birbirlerine sevdalıdırlar. Öyküde, aşıkları ayırmaya çalışan bir kötü adam prototipi olmayacak mıdır? İşte filmin kötü adamı da eşraftan Melek Mahmut (Muharrem Gürses) adlı bir zattır. İsmi Melek’tir, ama içi fesat doludur. Çünkü Zeynep’de gözü vardır. Mahmut, aşıkları ayırmak için kızın babasını uyarır Zeynep’in köyde sanki bir başka erkekle ilişkisi vardır. Bu iftira sonucu baba, oğlunu kendi bulduğu kızla evlendirmek ister. Babanın bulduğu kızla düğün yaptığı gün, Zeynep çıldırır. Duvağını takıp gelinliğini giyip ortalıkla dolaşır. Ve sonunda gerçeği anlayan efe, Mahmud’u vurup öldürür...
Görüldüğü gibi “Kara Efe”, 1952’deki yerli film seyircisinin beğenisi doğrultusunda tüm iş unsurlarını içinde toplayan bir iş filmidir. Ve film vizyona girdiğinde kapı çerçeve kırılır. Ancak sinemasal açıdan da büyük tepkiler alır. Tepkinin temel kaynağı dönemin eleştirmenine göre Muharrem Gürses’in her şeyi kendi üzerine yüklemesi, yani filmin senaryosunu yazması, yönetmesi ve başrolü oynamasıdır. “Bir iptidai film numunesi görmek için bu film kaçırılmaz bir fırsattır.” diye yazan tenkitçi sorar: “Otuz kırk yıl önceki köylü kızlara bikini mayolar, şehirdeki Leyla hanıma lasteks giydiren kimdir? Senarist mi, rejisör mü, parayı koyan patron mu?”[4]
“Kara Efe’nin konusu Ege bölgesindeki bir köyde geçiyor, ama çizilen tiplerin davranış biçimleri yerli öğelerle çakışıyor, giderek de yabancılaştığı görülüyordu. Örneğin Şahin Efe’nin yöresel giysiler içinde olmasına karşılık, Zeynep’i kaçırmak isteyen maskeli haydutlarla çarpışması bir Zorro filmi havasındadır. Köylü kızların yarı çıplak görüntülerle çamaşır yıkama sahneleri de yabancı filmlerin, özellikle İtalyan sinemasının etkilerini taşıdığı apaçıktır.
“Yedi Köyün Zeynebi” ve Bir “Okul”un Doğuşu
1945’de “Köroğlu” filmiyle Refik Kemal Arduman’a reji asistanlığı yaparak ve senaryosunu da yazarak sinemaya ilk adımlarını atan Muharrem Gürses’in beyazperde ile olan ilişkilerini iki ana bölümde toplayabiliriz.
1) Oyuncu, senaryo yazarı ve yönetmen Muharrem Gürses.
2) Köy melodramları, komediler ve hazretli filmlerin yönetmeni Muharrem Gürses.
Birincisi yeteneklerini üçe bölüp çalışmalarını tek başına götürmesi, ikincisi ise türlere dayalı dönemleridir.
1952-56 yılları arasında gerçekleştirdiği İstiklal Savaşı filmi “Kubilay”ı ve komedi türünü oluşturan “Canlı Karagöz”ü, “Dümbüllü Tarzan”ı, “Şarlo İstanbul’da”yı, “Curcuna”yı bir yana bırakırsak bu dönem içinde asıl ağırlığı, “köy melodramları” üzerinde yoğunlaşır. Gürses’in tecimsel açıdan köşebaşını tutup “gözde yönetmen” olması, kırsal kesimi ve bu yörenin insan dramlarını işlemesinden kaynaklanır, işte “Yedi Köyün Zeynebi” “Gürses okulu” oluşturması nedeniyle önemli bir film sayılır. Çünkü “Yedi Köyün Zeynebi” daha sonraki yıllarda bir sinema türünün prototipini oluşturacak, aynı konunun biraz değişik, biraz yeni versiyonları yapılacaktır. 1969 yılında Kemal Kan’ın aynı adla çektiği “Yedi Köyün Zeynebi” bu tekrar filmlerinden biridir.
Kaynaklara göre “Yedi Köyün Zeynebi” Hauptmann’ın “Rose Bernd” adlı oyunundan uyarlanmıştır. Gürses’in açıklamasına göre de filmin asıl kaynağı “Golfo” adını taşıyan bir oyundur. O veya bu, aşk uğruna aklını yitiren Zeynep’in öyküsü, sonuçta özgün değildir. Bir uyarlamadır ve Zeynep’in aklını yitirişi, “Kara Efe”deki Zeynep’in dramıyla benzeşmektedir. Gürses’in bu köylü kızı tiplemesi öylesine etkili olmuştur ki, aynı yıl Memduh Ün bile “Zeynep'in İntikamı” ve bir yıl sonra da “Zeynep’in Aşkı” gibi filmler çekmek zorunda kalır.
Aşk uğruna çile çekenler (Yanık Ömer, Sazlı Damın Kahbesi, Yayla Güzeli, Gül Ayşe), bar kadınına aşık olup, yuva yıkanlar (İhtiras Kurbanları), sadist köylüler (Köy Canavarı), kör kemancılar (Dertli Gelin Şirvan) ve intihar eden kızlar (Yanık Kezban) Gürses’in acılı kahramanlarıdır. Ayşe’ler, Emine’ler, Şirvan’lar, Kezban’lar, Gülnar’lar, Halime’ler sürekli mutsuz ve çileli; Ömer’ler ise yanıktır. Ama Gürses’in oluşturduğu bu arabesk dünyalarda vazgeçemediği kadın tipi ille de Zeynep’tir. Muharrem Gürses’in kahramanları hem çile çektirirler hem de acıyı kendi içlerinde yaşarlar. Sado-mazoşist nevrozlu insanlar galerisidir bu kurulan dünyalar.
Gürses'in melodramlarında çizdiği toplum modelinde ve insan tiplerinde hiç gerçekçi yansımalar yok mudur? Sergilediği köy yaşamında, töreleriyle, yöresel özellikleriyle ne kadar yerli ya da yabancı sömürü biçimleri taşısa da bazı toplumsal gerçeklerin içten içe yansıması görülür. Ancak bu anlatımlarda yönetmenin başlıca kusuru ya da eksikliği, geleneksel Türk tiyatrosundan, Karagöz ve orta oyunlarından yararlanırken ilkelliğe düşmesidir. Ve oluşturduğu dünyaların hemen hemen bir çoğu, daha önce yazdığı tefrika romanlarından kaynaklanmaktadır. Aynı konuları ayrı isimlerle çektiği olmuştur. “Yanık Kezban” ve “Ceylan Emine” gibi.
Acılı Köy Melodramlarından İyimser Dünyalara
Muharrem Gürses’in, 1960 yılında çektiği “Can Mustafa”, bir dizi köy melodramından sonra yeni bir denemeyi oluşturur. Köyden kente doğru yol almak, acılı dünyaları umuda ve iyimserliğe dönüştürmektir. “Can Mustafa”, Gürses’in ilk kente dönüş yaptığı filmlerden biri değildir. Ama kendini yenilemek için çaba gösterdiği bir ilk filmidir. Ve sinema yaşamında yanılmıyorsak çizgi değişimi açısından önemli filmi sayılır. Gürses, daha önceki yıllarda köy melodramlarıyla Memduh Ün’ü etkileyip bir “izci” durumuna düşürürken bu kez de kendisinin Ün’den etkilendiği görülür. Çünkü “Can Mustafa” Memduh Ün’ün insan dayanışması, dostluk, iyimserlik gibi sevgi temalarını içeren “Üç Arkadaş” etkilerini taşır. “Can Mustafa” okula giderken bir yandan da geçimini temin etmek için bulaşıkçılık yapan, simit satan 7 yaşlarında bir çocuğun öyküsünü sergiler. Bir yangın sonucu sokakta kalan Mustafa’yı himayesine alan şoförler gibi iyimser insanların yanı sıra Sırtlan Sadık gibi, Afîtap gibi kötüler de yerini alacaktır öyküde. Gürses, gözyaşı sömürüsüne çanak açan melodramatik öğelerden yine de vazgeçemeyecektir. Ama bu alışkanlıklarının yanısıra bu kez herşey mutlu bir sonla noktalanacaktır.
Muharrem Gürses, kendini yenilemesi için çaba sarfettiği halde “Can Mustata”yla treni kaçırdığının nedenini şöyle savunur: Beni yanlış lanse ettiler, prodüktörler, halkın tuttuğu ve ilk denemelerime saplanıp, benden hep aynı melodramları beklediler. Daha iyilerini vermek istedimse de aldığım karşılık şu oldu: “Boşver bunları, biz kazancımıza bakalım.” İşte prodüktör kazanç hırsı uğruna ne yapacağını bilemiyor. Aman bu sene çocuk filmi tuttu, biz de yapalım. Oysa ben “Can Mustafa”yı yeni bir uslübun denemesi olarak ortaya atmıştıın. Fakat prodüktör filmin içinde bir dram unsuru bulunsun diye beni eski alışkanlığıma zorladı. Bir film halkı ağlattyorsa neden kabahatli rejisör olsun. Oysa beni bana bıraksalardı “Can Mustafa”yla kendimi aşabilecek bir film ortaya koyacaktım.”[5]
Gürses'in 31 yıl önce yaptığı bu savunma dönemin koşulları içinde haklı olabilir. Ama yine de tartışılır... Çünkü Muharrem Gürses, halkı etkilemenin sırrını bilen bir yönetmendir. Halkı tanıyan bir yönetmen olarak da prodüktörü de senaryo okumalarıyla etkilediği bir gerçektir. Ve bu sinemacının kendine özgü, tipik özelliklerinden biri senaryosunu okurken tıpkı bir aktör gibi, tiyatro sahnesindeymiş gibi anlatımının atmosferine uygun biçimde oynamasıdır. Eğer abartılı değilse. Gürses’in senaryosunu okurken, projesini yapımcıya kabul ettirebilmek için gözyaşı bile döktüğü, dram kestiği söylenebilir. Yayınlanmamış anılarında anlattığı bir olay, bu gerçeği biraz doğrular gibidir.
Örneğin Gürses, yapımcıya yeni projesini okumak ister. Ama bu kez yapımcı itiraz edip şunları söyler: “Sen okudun mu dinleyeni etkiliyorsun. Müsade et, bu kez sakin kafayla ben okuyup kararımı vereyim...”
Gürses Sinemasının Hazretli ve Dini Filmler Furyası
Gürses köy ve kent dramlarından başlayarak komediler, bir iki efeli ve İstiklal savaşı filmlerinden sonra 1065 yılında “Hazreti Yusuf’un Hayatı”yla yeni bir türü geliştirir. Daha önceki yıllarda “Cinci Hoca” (1953) ve “Hazreti Ömer’in Adaleti” (1961) gibi dini filmler yapılmasına karşılık “Hazret i Yusuf’un Hayatı”1, Türk sinemasına “hazretli filmler” furyasını getirecektir.
Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hazreti Yusuf’un yaşam öyküsü tüm Anadolu sinemalarında kapıları kıracak kadar büyük iş yapar. Melodram sinemacısı Muharrem Gürses’in Yeşilçam’da “ikinci doğuş”udur bu. Dinsel öğeleri, bu kez de melodramlarında kullandığı trüklerle destekleyerek yeni bir sömürü biçimi yaratır. Halit Refığ’in de “halkın zevklerini ve zaaflarını en iyi bilen yönetmen” olarak tanımladığı Muharrem Gürses bu fırsatı da 1965 ile 1986 yılları arasında çok iyi değerlendirecektir. Dinsel temaların da melodramlar kadar geniş halk yığınlarını etkileyeceğini gayet iyi bilmektedir. Çöllerde, plato dekorlarında çektiği “Hazreti Süleyman”lar, “İmparator Atilla”lar, “Hazreti Yahya”lar gerçek kimliklerinden saptırılsa da seyircinin zaaflarıyla oynamak, filmlere iş yaptırabilmek elbette ki gerçeğin öteki yüzüdür. Ne var ki “hazretli filmler” ve “dinsel temalar”ın uygulayıcısı Gürses, “Hazreti Yusuf’un Hayatı”ndaki gişe başarısını “İmparator Atilla’nın Demir Yumruğu” gibi diğer filmlerinde yineleyemeyecektir.
Sonuç olarak 1952'lerden bu yana Gürses Sineması’na baktığımızda, yönetmenin günahları ve sevapları hangi çizgide iz sürerse sürsün, Türk sinemasının belli dönemlerine damgasını vurduğunu görürüz. Bu nedenle de Gürses’in filmleri, halkın beğenisi ve dönemin koşulları içinde zevkleri ne olursa olsun, seyirciye ulaşabilmişse bu başarı küçümsenmemeli, tersine incelenmelidir. Bu yalnız Muharrem Gürses için değil, aynı konuları daha farklı bir anlatım biçimiyle sergileyen, melodram anlayışının günümüzdeki yeni uzantısını oluşturan İbrahim Tatlıses için de aynı olgu geçerlidir sanıyoruz.
Not: Makaledeki imla ve yazım hataları orijinal halindeki gibi bırakılmıştır.
[1] Bkz. Nijat Özön, Türk Sinema Tarihi, s. 171- 174, Artist Yayınları.
[2] Bkz. Halit Refiğ, Bilinmeyen Muharrem Gurses, Vatan g, 1 Ekim 1960.
[3] Bkz Agah Özgüç, Rejisörler Konuşuyor 7. Büyük Gazete, s. 11, 3 Mayıs 1961.
[4] Bkz. Haftanın Yerli Filmi, Yıldız d., s 60, 16 Şubat 1952.
[5] Bkz. Agah Özgüç, Rejisörler Konuşuyor 8, Büyük Gazete, s. 12, 10 Mayıs 1961.