Bir Yitik Zaman Beyefendisi Muhsin Bey
Özge Özyılmaz - Makaleler 4.12.2021

Film, sisler içindeki bir saz heyetinin “Ağlamakla inlemekle ömrüm gelip geçiyor.” nihâvend makamını icrasıyla başlar. Muhsin Bey’in ilk repliğiyle bunun bir rüya sahnesi ve şarkıyı söyleyenin de Müzeyyen Senar olduğunu anlarız. Filmin açılış sekansındaki şarkının sözleri ete kemiğe bürünür ve Muhsin Kanadıkırık’ın hayatında işlerin hiçbir anlamda iyi gitmediğini anlarız.

Yavuz Turgul, filmlerinde sıklıkla bir devrin bitip bir yenisinin başladığı tarihsel dönemeçleri anlatır. Ana kahramanları ise çoğunlukla eskinin ahlakı, insan ilişkileri, iş yapma biçimi ile bu yeni “dünyaya” ayak uyduramayan erkek karakterlerdir. Genelde filmin kahramanına bu yeni dünya ile uyum içinde olmaya çabalayan bir diğer erkek karakter eşlik eder. Uzun yıllar senaryo yazarlığı yapan Yavuz Turgul, ilk filmi Fahriye Abla’nın (1984) ardından 1986 yılında bu kez Muhsin Bey için yönetmen koltuğuna oturur. Filmde eskiyi temsil eden Muhsin Kanadıkırık (Şener Şen), film boyunca ona eşlik eden Ali Nazik (Uğur Yücel), ikisini bir araya getirense müziktir. Türkiye’de müzik, kültür politikalarına dair tartışmalarda merkezi bir yerde durduğu gibi kültürel çatışmaları ele alan anlatılarda da sık sık karşımıza çıkar. Muhsin Bey filmi de iki karakter, iki dönem, iki ayrı insanlık hali üzerinden yürüttüğü tartışmanın eksenine Türk sanat müziği ve arabeski yerleştirir.

Film, sisler içindeki bir saz heyetinin “Ağlamakla inlemekle ömrüm gelip geçiyor.” nihâvend makamını icrasıyla başlar. Muhsin Bey’in ilk repliğiyle bunun bir rüya sahnesi ve şarkıyı söyleyenin de Müzeyyen Senar olduğunu anlarız. Filmin açılış sekansındaki şarkının sözleri ete kemiğe bürünür ve Muhsin Kanadıkırık’ın hayatında işlerin hiçbir anlamda iyi gitmediğini anlarız. Uzandığı sifonun sapı elinde kalır, ev sahibinin zam imasını “Orta direk ne yapsın, bu arabayı yürütecek benzin parasını nasıl buluyorum bir de bana sor.” diyerek savuşturur, yardımcısı altı aylık kiralarını ondan gizli at yarışlarına yatırdığı için ofisinden atılır, kahvehanede bir masaya sığınmak zorunda kalır, eski işlerinin alacaklarını bir türlü tahsil edemez. Şarkı “Feryâdıma efganıma kimse bir ses vermiyor.” diye devam etse de Muhsin Kanadıkırık’a, ünlü bir türkücü olma hayalleriyle Urfa’dan İstanbul’a gelen Ali Nazik ses verir.  

İşleri yolunda gitmeyen, sektörün gidişatına dair de umutsuz olan Muhsin Bey, Ali Nazik’i pek de iyi karşılamaz, ona bu hayalden vazgeçip memleketine dönmesini salık verir. Ancak amacına ulaşmak için çok kararlı olan Ali Nazik, Muhsin Bey’in peşini bırakmaz; evine kadar gelir, yağmur altında dışarıda bekler ve diş ağrısı tutan ve dişçiden ölesiye korkan Muhsin Bey’i dişçiye kadar sırtında taşıyarak onun bu derdinden kurtulmasını sağlar. Hem Ali Nazik’in bu iyiliğinden hem de dokunaklı hayat hikâyesinden etkilenen Muhsin Bey, ona yardım etmeye karar verir. Böylelikle iki “ayrı dünyanın” insanı bir maceraya atılırlar. Ali Nazik taşradan şehre göç eden, eğitimsiz, saf, ünlü olma hülyalarında bir gençken, Muhsin Bey artık nesli tükenmekte olan bir “eski İstanbul beyefendisi”dir.

Türk sinemasında “eski İstanbul beyefendisi” denilince, belki de ilk akla gelen figürler Ah Güzel İstanbul (1966) filminin[1] kahramanı Haşmet (Sadri Alışık) ile birlikte Muhsin Bey’dir. Muhsin Bey, yalnızca koyu renk takım elbise, beyaz gömlek giyer ve kravat takar. Başından fötr şapkasını, üzerinden pardösüsünü eksik etmez. Ev içindeyse ropdöşambır ve deri terlikleriyledir. Kılık kıyafetindeki incelik ve zarafet Muhsin Bey’in dünyayla ve insanlarla ilişki kurma biçiminde de devam eder. Evindeki çiçeklere klasik Türk musikisi dinletir, su verirken onlarla sohbet eder. Çiçeklerinden birisinin yeri diğerlerinden ayrıdır, ona Sevda adını vermiştir. Çiçeğe adını veren Sevda Hanım (Sermin Hürmeriç), Muhsin Bey’le aynı apartmanda kızıyla birlikte yaşar ve Muhsin Bey’in yardımıyla iş bulduğu pavyonda akşamları şarkıcılık yapar. Hiç evlenmemiş olan Muhsin Bey, sık sık düşkünler evinde ziyaretine gittiği eski şarkıcılardan Afitap Hanım’a, belki de sırf ona benzediği için, Sevda Hanım’ı sevdiğini söyler. Sevda Hanım ilgisini çeşitli şekillerde gösterse de Muhsin Bey ona olan duygularını hiçbir zaman ifade edemez, onun yerine koyduğu çiçeğe şefkat ve sevgi verir. Muhsin Bey tıpkı bir Orta Çağ şövalyesi gibi kılık kıyafetine, ilkelerine sıkı sıkıya bağlıdır, dünyevi aşk yerine platonik bir aşkı tercih eder, onuru ve şerefi onun için her şeyin üstündedir. Ama tıpkı şövalyeliğin başka bir çağa ait olması gibi artık o da başka bir zamana aittir.

80’lerde Arabeskin Önlenemez Yükselişi

Film bize, Muhsin Bey ile Ali Nazik’in iki ayrı kültür, iki ayrı varoluş biçimini temsil edişlerini kılık kıyafet anlayışları üzerinden de anlatır. Ali Nazik, Muhsin Bey’in evine yerleştikten sonra işlerin yolunda gidip zengin olduklarının hayalini kurarken imrendiği İbrahim Tatlıses gibi beyaz bir takım elbise, pembe ipek gömlek ve altın kolye takmayı arzular. Muhsin Bey ise Beyoğlu’ndan kurtulup Üsküdar’da Kız Kulesi’ni gören bir evde Afitap Hanım ve Sevda Hanım’la birlikte yaşamayı düşler. Hayallerindeki bu farklılık, karşı cinsle ilişkilerinde de devam eder. Muhsin Bey, Sevda Hanım’ın onunla birlikte gelmesini istediği halde bunu bile aşırı bulup “eğer o isterse tabi” diye eklerken, Ali Nazik “bi sürü karıyı koynuma almak isterem, yiyip bitirsin böyle” diyerek yalnızca kendi açlığının ve ihtiyaçlarının onun için en temel şey olduğunu hissettirir.

Hayalleri apayrı bu iki insan, aynı hedef için, Ali Nazik’e türkü kaseti çıkarmak için el ele verirler. Ali Nazik zaten bunun için memleketini bırakıp gelmiş, Muhsin Bey’i de bu hayale ortak etmiştir. Muhsin Bey ise işini onun gibi yapanlara yer olmayan bu yeni dünyada “sonunda bir şeyi doğru düzgün yapmak” arzusundadır. Bunun için önce bildiği yollardan gider, eski arkadaşlarının kapısını çalar, onların gazinosunda Ali Nazik’in performans yapmasını ister ama heyecanlanan Ali şarkıyı yüzüne gözüne bulaştırır. Dönem televizyon devri olduğu için Ali Nazik TRT’ye çıksın diye yüklü miktarda parasını, kafası üç kağıda basan yardımcısı Osman’ın bulduğu, prodüktör sandığı dolandırıcıya kaptırır. Son umut, dönemin müzik piyasasının önemli mekânlarından Unkapanı Plakçılar Çarşısı’na giderler ama kimse tanınmamış bir şarkıcıyla ilgilenmeyince, Ali Nazik’in önerisiyle, şirketlerden birisinin açtığı ve kazanana kaset yapılan ses yarışmasına katılmaya karar verirler. Bu yarışma da düzmece çıkar, kimlerin kazanacağı önceden bellidir. Artık tüm ümitleri suya düşer, Ali Nazik bile yenilgiyi kabul etmiş, memleketine geri dönmeye razı olmuştur. Fakat bu sefer de Muhsin Bey, Ali Nazik’in kendisinin müzik dünyasındaki en büyük rakibi olan Şakir’den gelen birlikte çalışma teklifini kabul etmemesinden de etkilenerek, “ben bu işin peşini bırakmam” diyerek onu bindiği otobüsten indirir. Bu sefer rakibi Şakir’in meydan okumasıyla Ali Nazik’e kaset çıkarmak için her şeyi yapmaya hazırdır. Bu uğurda en temel değeri olan dürüstlüğünden vazgeçer ve düzenledikleri ses yarışmasına katılanlardan aldıkları paralarla Ali Nazik’e kaset çıkarır.

Muhsin Bey, 1986 yılında çekilir ancak Mayıs 1987’de vizyona girebilir ve 80’li yılların ruh halini derinden yansıtır. Nurdan Gürbilek 80’lerin kültürel iklimini anlatırken, bu yıllarda Türkiye’nin Kemalizmin bu topluma sunduğu modernleşme vaadinin çöküşünü, bu topluma biçtiği modern kimliğin parçalanmasını, Türkiye’nin Doğulu ya da taşralı yüzünü kültürel alanda yeniden keşfetmesini, seçkinciliğin bastırdığı her şeyin geri dönüşünü, tüketim toplumunun vaatlerini, birden bir bolluk toplumu görüntüsü yaratmayı başaran medya ve reklamcılığı ve bütün bunların hem kalabalıklara hem aydınlara vaat ettiği yeni imkânları aynı anda yaşadığını söyler.[2] Filmin hikâyesi de bize Kemalizmin ideal insanı Muhsin’in devrinin bittiğini, Urfa’dan türkücü olma hayalleriyle İstanbul’a gelen Ali Nazik’in, kısa sürede bundan vazgeçip, magazin sayfalarında gördüğü arabesk yıldızları gibi giyinip, onlar gibi bir hayat yaşamayı arzulamasını anlatır. Tabii belki de önceki dönemlere göre değişen yalnızca bu arzu değil, arzunun artık kontrol altına alınamayıp, kendi hükmünü ilan etmesidir. Bu yeni dönemde birey, arzusuna ulaşmak için önündeki her türlü engeli aşmaya çalışır; dürüstlük, vefa, sadakat gibi değerlerin bireysel arzuyla çeliştiği noktada kolayca üstü çizilir.

Filmin de merkezine aldığı gibi 80’li yıllarda arabesk, kültür sanat dünyasında en çok konuşulan, tartışılan başlıklardan biriydi. Gürbilek, 70’lerde doğduğu halde 80’lere damga vurmasını, arabeskin bu yıllarda tanımlanmasına, adının bu yıllarda konulmasına bağlar: “80’lerde arabesk, büyük şehre sızmaya çalışan taşralı kalabalığın sesini duyurma, kendini kabul ettirme, görüntüler piyasasında kendine bir yer edinme, girdiği yabancı kültür içinde yönünü bulma, onu bozma ve kendine benzetme isteğinin adı olduğu kadar, büyük şehrin “asıl” sahiplerinin bu yabancılar akınını geri püskürtme, öncelikle de adlandırma çabasının da adıydı.”[3] Bir açıdan Muhsin Bey filmi de 80’lerdeki dönüşümün sonucunda ortaya çıkan bu yeni durumun sinema dünyası içinden tespiti ve adlandırılmasıdır. Ancak 80’li yıllardaki bu tespit çabası kimi elitist çevrelerde ayaktakımı ve taşra düşmanı bir söyleme kadar evrilir. Belki de bu söylemle buluşamamak, mesafesini ortaya koymak için Yavuz Turgul Muhsin Bey’den 10 yıl sonra Eşkıya’yı (1996) çeker ve bu kez kaybedilen yitik değerleri, erdemi, vefayı ve sadakati Doğu’dan gelen bir karakter temsil eder.

 

*Dr., İstanbul Şehir Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü Öğretim Üyesi

 

 

Kaynakça:

Duruel Erkılıç, Senem. “Toplumsal Beğenideki Değişimlerin Temsili Olarak Sinema ve Müzik: Ah Güzel İstanbul, Muhsin Bey ve Neredesin Firuze.” İLETİ-Ş-İM 8 (2008): 123–44.

Gürbilek, Nurdan. Vitrinde Yaşamak. İstanbul: Metis Yayınları, 2001.

 

 

 


[1] Ah Güzel İstanbul, Muhsin Bey ve Neredesin Firuze (2004) filmlerinin toplumsal değişimi müzik temsilleri bağlamında nasıl ele aldıklarını inceleyen bir çalışma için bkz: Duruel Erkılıç, “Toplumsal Beğenideki Değişimlerin Temsili Olarak Sinema ve Müzik: Ah Güzel İstanbul, Muhsin Bey ve Neredesin Firuze.”

[2] Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak (İstanbul: Metis Yayınları, 2016), 15.

[3] Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, 25.

 

Not: Bu yazı ilk olarak Eskimeyen Filmler 3 kitabında yayımlanmıştır. 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamıştır.